25 Aralık 2010 Cumartesi

Gemide (1998)


Gemide filmindeki kavga sahnesinde; Kaptan, betonu kadın satıcısının kafasına geçirirken...


Sonraki sahnede görüyoruz ki; darbe izi kafanın arkasında değil, önünde! Gemide filminin tek tük arızalarından biriydi bu. Klasik devamlılık hatalarından biri.

Türk Sinemasının gelmiş-geçmiş en büyük başyapıtlarından biri Gemide; vizyona girdiği dönem Türkiye'nin Oscar Adayı olarak düşünülmüştü. Fakat aşırı küfürlü ve argo içerikli diyalogların, filmi anlaşılmaz kılacağından tereddüte düşen komisyon; tercihini başka bir filmden yana kullanmıştı.

Filmin yapısökümüne bakarsak; açık açık insanın reel yalnızlığının altını çizdiğini görüyoruz. Belki de şu dünyada, insanların en korktuğu şeyi, en sert, en acımasız şekilde anlatıyor Gemide. Sokak kültürünün tam ortasından gelip de; bu kadar felsefik mesajı olan bir film yapmak? Türk Sineması için gerçekten muazzam bir deneyim...

12 Aralık 2010 Pazar

Thirteenth Floor (1999)


"Matrix, Total Recall, Truman Show ve hatta; Scanners biraraya gelse; ortaya nasıl bir film çıkardı?" sorusunun cevabı olarak: Thirteenth Floor verilebilir. Aslında bu sorunun cevabını ararken, referans olarak bu filmleri göstermek yerine; 1964 tarihli "Simulacron 3" adlı bilimkurgu romanını göstermek daha doğru olur.

Hannon Fuller ve iki yardımcısı, 6 senelik uğraşın sonunda ortaya muazzam bir yazılım çıkarmışlardır. Bu yazılım kişiyi istediği yıla götürüp, bu simülasyonda gönlünce dolaşmasını sağlayan gizli bir çalışmadır. Önceleri Fuller, buraya tek başına çapkınlık(?) yapmaya girer. Fakat daha sonra elzem bir durum için girmesi gerekir ve mesajını onların yarattığı bu yapay evrendeki bir karaktere, bir barmene verir. Ondan, bu mektubu söylediği kişiye vermesini ister. Kısa bir süre sonra da öldürülür!

Peki Fuller neden öldürüldü? Kim öldürdü? Mesajı neden gerçek dünyadaki bir insana değil de simülasyondaki bir karaktere verdi? Bu soruların yanıtını araştırmaya başlayacak olan ise asistanı Douglas Hall'dur. Ruznak, seyirciye ana karakter Hall'un benliğini veriyor. Seyirci olarak O'nun ta kendisi oluyoruz ve ortak benlikte filmin her dakikasını soluk soluğa takip ediyoruz. Ta ki; pause tuşuna bastığımız resimdeki bu ana kadar! İşte bu dakikadan sonra her şey bambaşka bir hal alıyor...

1999 senesinde Matrix'in yanında ezilen bu film, kimse görmese bile sinefillerin görmezden gelebileceği bir film değil. Belki o zaman değil ama şu an filmin çok büyük hayranları var. ve kült statüsüne de ulaştığını söylemeye de gerek yok sanırım.

Matrix gibi varoluşu sorgulayan filmin; felsefik bir boyuta sahip olduğunu da hatırlatalım.

11 Aralık 2010 Cumartesi

Last Exit To Brooklyn (1989)

Yarınlar daha güzel olacak!?


Brooklyn'e Son Çıkış'taki nefis anlardan biri. Tralala'nın keyfi yerinde görünüyor...


Bir grev eylemi bu kadar iyi tasvir edilemezdi. Bu epizotta görüntü yönetmeni tam anlamıyla overworking yapmış. Bu boğucu atmosfer ve estetize kareler. Her sahne oya gibi işlenmiş.

Kimseye zarar vermeden, eylemi sona erdirmeye çalışan güvenlik güçleriyle öfkeli grevciler karşı karşıya. Polis; masum melek. Cop bile kullanmıyor. Biz yine de az paraya köle gibi çalıştırılan işçilerin yanındayız. 


Bir barda, bu kadar erkeği, böyle çılgınca sevindiren şey ne olabilir? Cevabı vermek çok zor olmasa gerek:)

Alman yönetmen Uli Edel'in bu filmi, bizi Brooklyn'in alt tabakasının tam ortasına götürüyor. 1950'lerdeyiz. Açıkçası hayat pek de iyi gitmiyor. Çetelerle takılıp, yolunu bulmaya çalışan telekız; Tralala, grev işçilerinin hakkını almaya çalışan ve bu şekilde iyi de rant sağlayan; Harry Black ve kızı, bir herif tarafından hamile bırakılmış; Joe. 

---Bu paragraf spoiler içerir--- 
Öykü bu üç karakterin üzerine inşa edilse de; diğer karakterler de bu üç karaktere kolon ve kirişler gibi birbirine bağlanıyor ve ortaya sinema tarihinin en umutsuzluk dolu filmlerinden biri çıkıyor. Last Exit to Brooklyn; gerçek bir umutsuzluk draması, gerçek bir kaybedenler öyküsü. Film, bir süre taşıdığı karakterleri bir süre sonra ortaya saçmaya başlıyor. Ve sonunda karakterlerin büyük kısmı dibe vuruyor!
---Bu paragraf spoiler içerir--- 

İnsan hayatı boyunca umut ve güvenle yaşar. Onu kaybettiğinde yaşayacak gücü kalmaz. Hubert Selby'nin, bu filme konu olan, meşhur (yasaklanmış) kitabının özünde bu iki kavram var. Yazar, bu iki kavramı eşcinsellik, uyuşturucu, şiddet, aşk gibi yan unsurlarla, öyle iyi işlemiş ki; ortaya çıkan film bile; kitaptaki gibi bir şok etkisi yaratıyor insanlar üzerinde. Aynı etkiyi, belki de daha yoğun şekilde "Requiem For A Dream"de izlemiştik. Fakat Uli Edel, Requiem For A Dream'deki gibi seyirciyi şiddet ve cinsellikle istismar etmek yerine; öyküsünü düzgün şekilde perdeye yansıtmaya çalışmış.  Zaten bu kadar iç burkan bir öykünün, bu derece naif şekilde bitmesi de; söylediğimin kanıtı olarak öne sürülebilir. Şok ediciliği yönünden Requiem For A Dream kesinlikle daha önde. Ama ortada bilinçli bir tercih var. Aronofsky'nin zaten o halüsinatif atmosferi boş yere yaratmamıştı!

Hubert Selby Jr'ın romanlarından sinemaya uyarlanan bu meşhur iki filmden, elbetteki; Requiem For A Dream daha popüler. Ama Last Exit to Brooklyn'in de yüreğimizdeki yeri bir başka...