28 Kasım 2010 Pazar

Fantom Kiler 2 (1999)


Video kaset döneminde kendine küçük çapta bir ün yapmış, Polonya yapımı Fantom Kiler'ın devam filmi. Roman Nowicki ilk filmde denediği formül ile bu filmde de devam ediyor.


Yaratıcılıkta sınır yok!


Filmi izlerken ilk sahnede Fantom Kiler'ın elinde bir ip olduğunu ve kızı boğacağını düşünüyoruz. Hayır. Ormanın ortasında da olsa, fantazisinden vazgeçmez o. Eğer elektrik verilecekse orada bile verir. Hizmette sınır tanımaz:)


Elde testereyle aranıyor. Odun değil, katletmelik seksi kadın arayan bir katil...

Film ilk olarak 1998 yılında Fantom Kiler adıyla videoda yayınlandı. Özellikle 2000'li yıllardan sonra exploitation ve sexploitation sevenler tarafından film ciddi ciddi aranmaya başladı. Bu filmi izlerken herhangi bir film listeleme sitesinin notunu kriter almak saçma. Yönetmen deneysel bir exploitation filmi çekmeye çalışmış ve bence başarılı da olmuş.

Filmin 2003 yılında yine Polonyalı oyuncularla üçüncüsü çekildi. Diğerlerine göre daha pespayeleşen Fantom Kiler'ın; bu filmden sonra devam etmesi için hiç bir neden yoktu. Fakat yönetmen için bu; ciddi bir sevdaya dönüşmüş olmalı ki; 2007 yılında ünlü Amerikalı porno yıldızlarıyla bir de dördüncüsünü çekti. Bu gidişle "Polis Akademisi" serisi gibi olacak galiba:)

Fantom Kiler 2; korku, erotizm, komedi gibi unsurların mikslendiği, hatta erotik unsurların görece biraz öne çıktığı bir film. Roman Nowicki'nin porno film yönetmeni olmasından dolayı; erotik unsurların öne çıkması normal. Ama film korkutmaya çalışırken güldürüyor, erotik olmaya çalışırken geriyor. Ortaya çıkan ürün hormonlu sebze gibi. "Bu nasıl bir film" diye şaşkın şaşkın izlerken, abuk cinayet sahnelerine sırıta sırıta; sonuna kadar izliyorsunuz. İzletiyor. Süresi de kısa: 50 dakika. İzleyiciye de fazla eziyet etmek istememiş yönetmen. Tadında bırakmış.

İlk filmle kıyaslanınca komedi unsuru bakımından biraz zayıflamış. Erotik öğeler öne çıkmış. 1998 yapımı ilk film bana kalırsa; tam bir "erkekler partisi" filmiydi. Korkutsun diye yapılmış penetrasyon sahneleri inanılmaz matraktı. Yönetmenin ingiliz anahtarına, matkapa ilgisi fazlaydı. Filmdeki suç aletleri için sadece hırdavatçıya uğramışlar belli ki:) Bu filmde bunları göremedik. Ciddi hayal kırıklığı oldu:)

Kült kategorisine girmemesi için hiç bir neden yok. Hani "janrının kötü/iyi örneklerinden biri" denir ya. Filmin janrı bile yok. Kült film sevenler mutlaka bir göz atmalı. Ama ben hiç bir sorumluluk kabul etmem:)

Tampopo (1985)


Az önce kırılmış bir yumurta. Hayır omlet yapmak için değil...


...aşk yapmak için! Filmde iki sevgilinin ağzından ağzına dolaşan yumurta cinsel birleşmeyi tasvir ediyor. Bir nevi Japon öpücüğü. Juzo Itami'nin bu meşhur filmi; Japon yemek kültürü üzerinden eğlenceli öyküler anlatmaya çalışıyor. Erotizmi bile aynı unsuru kullanarak tasvir ediyor. Büyüleyici!


Ve sahnenin sonu. Yumurta kadının ağzında parçalanıyor. Dudaklardan akan yumurta damlaları, iki sevgilinin hali, anlatılmak istenen orgazm sahnesini sinemasal anlamda zirveye taşıyor. Kült titrini hakkıyla kazanmış bir film... 

Soul Kitchen (2009)

Klişelere boğulmuş bir film!


Kadınlar dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar; elektronik müzikte berbat dans ediyorlar. Genel figürler: Saçları savurmak, saçlarla oynamak, kolları havaya kaldırıp, oryantal şekilde sallamak...Eee peki adamımız orada ne yapıyor. Panik yok, en azından onun sadece belinde problem var:)


Şekil 1a


Şekil 1b

Yukarıda bir "before & after" şekli görüyoruz. İyi, güzel. Her şey yenilendi. Peki o kombinin (termostat?) suçu neydi de orada garip gibi kaldı:)


Not: Yazının burdan sonraki kısmı ağır spoiler içermektedir!!!

Resimde bir kontrat var. Filmi izleyenler hatırlayacaktır: Her şey bu kadar güzel gidemezdi değil mi? İşler tıkırında, paralar kazanılıyor. Aşk, meşk desen her şey süper. Ama hayır. Böyle giden bir senaryo rutindir ve heyecan vermez. Filmi izlerken; "ee hadi ne arıza olacaksa olsun" diye bekleyen sinefiller illa ki olmuştur. Fatih Akın bizi fazla bekletmiyor: Hemen senaryoya müdahale ediyor ve İllias'ın kumar alışkanlığıyla işleri bir güzel tepetaklak ediyor! Öteki kardeş de o sırada, sakat beliyle yapmadık tuhaflık bırakmıyor. Hem de bu olay cereyan ederken. Ne şans! (K1)


İşler kötü giderken, hep daha da kötü gider. Bir yerde durulamaz. Sıfır noktasına, tabana vurana kadar düşer karakterler. İzlerken içimiz parçalanır. Az önce gıpta ettiğimiz insanlar ne hallere düşmüşlerdir. Ama bu sinemanın 100 yıllık tarihinde milyon kez yapılan efsane tricklerden biri değil midir? (K2)


Filmi tekrar geri saralım. Gözden kaçan bir kare var. Köhne muhitteki o salaş dükkanın karşısına bir dans okulu açılır. Uff ne şans ama! (K3) 

 

Böyle naif bir filme aksiyon katması gereken kişi de geldi: İşte kötü adam! Karşımıza en alakasız zamanda çıkan adamımız, yine en alakasız zamanda yok ediliyor. Hem de o kadar saçma bir şekilde yok ediliyor ki; bu sahnede hafif bir sürmenaj geçiriyoruz. Koskoca iş adamı, bir maliyeyi becerdi diye, devleti biraz kazıkladı diye donuna kadar alınıyor. Bir de hapse atılıyor. Hepsini geçtim; Zinos'un kardeşiyle aynı hapse atılıyor. Hey maşallah. Bu kadar tesadüf olamaz! (K4-K5-K6)



O düğmenin orada ne işi var acaba? İzleyenler o düğmenin ne kadar önemli bir görevi olduğunu çok iyi biliyorlar elbette. Ama film artık "Yüz Numaralı Adam", "Sakar Şakir" tadı vermeye başlamadı mı sizce de?! (K7)


İşte filmin esas adamı Zinos son karede tekrar karşımızda. Hem de bir açık arttırmada! Ninesinin vefatıyla, bir anda zengin olan kız arkadaşının ödünç verdiği 200bin euroluk çekle. Sahi 200 bin miydi, yoksa ben mi karıştırıyorum. Eski sevgilini boynuzladığın için vicdan azabı duyuyorsun ve onun iyi bir insan olduğunu düşünüyorsun. Beş parasız şekilde kapınıza gelip, ihaleye girmek için sizden 200bin euroluk bir çek istiyor. Verir misiniz? Ne yaparsınız, o kadarı siz daha iyi bilirsiniz. ama 200bin euro en basit hesaplamayla 400bin TL demek. ve cennette yolunu şaşırıp, yanlışlıkla buralara kopup gelmiş, melaike ex-sevgili 400bin liralık çeki "senin canın sağolsun" diyerek Zinos'a veriyor. Dvd kapağı gibi: Fantastic, Stunning, Two Thumbs Up! :))

Tesadüfe bakın ki açık arttırmaya gelen büyük şirket sahibi ilacını alırken hapı yutuyor ve teklif veremiyor. Zinosun cebinden çıkardığı hamburger parasıyla ihaleyi kazanıyor:) (K8-K9)

Batman the Dark Knight bile daha gerçekçiydi! Yani Fatih Akın bu son filminde; Mel Gibson'ın şu meşhur filmi "Kadınlar Ne İster"'deki gibi bir şey yapmaya çalışmış. Aralarda müzikler, güzel yemekler, güzel kızlar var. Zombilerin Düğünü'nde kameramanın dediği gibi "onlar araya tatlar, lezzetler" diye. Buradaki de o hesap. Araya cidden lezzet katmış. Hoş olmuş. Orası bambaşka bir mevzu. Ama Fatih Akın gibi çizgiötesi bir yönetmen bu kadar avam, bu kadar şişirme bir çalışmayı yakıştıramadım. "Gegen Die Wand" gibi bir başyapıt ile bu filmi kıyaslayanlar var. Fatih Akın bunu duyduğunda; içinden küfür mü ediyordur, şükür mü? Bilmiyorum. Ben bu filmi; Kurz und Schmerzlos, Solino ve hatta Im Juli'yle bile kıyaslamakta zorlanıyorum.

Evet bir gerçek var. Onu da söylemeden geçmek doğru olmaz. Bu film seyirlik mi? Hem de inanılmaz! Filmi izlerken, akreple yelkovan adeta birbiriyle yarış yapıyor. Gerçi Issız Adam da akıcıydı. Sarıldılar ağladık, hayatımızın filmi oldu:) 

Sözün özü: Taktiklerle senaryo yazmak; sinemayla ve izleyiciyle alay etmekten başka bir şey değil...

21 Kasım 2010 Pazar

Münferit (2007)


Bir Türk Filmi için gayet tuhaf bir sahne. Aracın altındaki adam, aradığı şeyi buluyor. Bunun ne olduğunu izlerken bile anlamakta güçlük çekiyoruz. İleride aracın altına boş yere girmediğini anlayacağız.


Model araçlar güzel. Elbette onları süslemek, modifiye etmek veya boyamak da. Ama buradaki boyamanın hobi olmadığı su götürmez bir gerçek...


Bekir rolündeki Ali Erkazan'ın önünde sallanan poşetteki nesne, kadının suratındaki hüznün asıl sebebi olabilir mi acaba?


Komik olduğu kadar gerilimli anlardan biri. Yanda el hareketi çeken adam tamamen içinden geldiği gibi davranıyor. Adama demek istediği şeyi, farklı bir yolla da olsa söylüyor!


Filmdeki tüm olayların müsebbibi defter yaban ellere geçiyor! Yaban mı? Kime göre?

Dersu Yavuz Altun, -hafiften ütopik olan- bu ilk uzun metrajlı filminde ilginç bir senaryoyu filme almış. Başrollerde; İdil Fırat ve "En Son Babalar Duyar"ın babası Ali Erkazan var. Ali Erkazan başrole adını yazdırdığı Münferit'te, Türk Sinemasının son dönemindeki en muhteşem performanslarından birine imza atıyor. Bu bağlamda benzer bir rolde, Mahallenin Muhtarları'nda Temel'i canlandıran Erkan Can'ı hatırlattı bana. O da uzun süre böyle ucuz bir rolde oynamış, o dönemin kapanmasının ardından, Gemide filmiyle kendisinde nasıl bir cevherin varolduğunu göstermişti! Bazıları hala televizyon ile sinemayı aynı şey sanmaya devam ediyor. Bırakın, onlar öyle sanmaya devam etsinler!

Oyunculuklar yeterince iyi. Bu castta sırıtan tek karakter komiser rolünde sorgu yapan karakterdi. Film boyunca zavallı bir oyunculuk sergiledi. Plastip Show'daki karakterler bile inandırıcılık ve oyunculuk konusunda bu karakterden daha iyiydi sanırım. Güzelce pişmiş bu yemeğin çiğ kalan tek öğesiydi.

İlginç senaryosunu, gerilimli atmosferiyle ve sağlam oyunculuklarıyla çevreleyen Münferit; bağımsız sinemanın aykırı örneklerinden biriydi. Maalesef film yetersiz tanıtımdan dolayı izleyiciyle buluşamadı. Şimdi bazı filmleri düşünüyorum: Maskeli Beşler Kıbrıs'tayı yahut Çılgın Dersane'yi. Bu filmlere yapılan tanıtım, bu filme yapılsa; Türk Sinemasının orijinal yapımlarından biri şimdi kör bir çukurun içinde kurtarılmayı beklemezdi. Onu oradan çekip alacak olan yine biz sinefilleriz!

Sinemamızın harcanmış değerlerinden biri! Yazık...

Danger: Diabolik (1968)

Mütevazi bir kült başyapıt: Diabolik!!!


Dikiz aynaları başa bela!

1. karede, kamera dik açıdan çektiği için çözüm olarak aracın dikiz aynası sökülmüş. Dikiz aynası olmayan bir Jaguar? Hoş:)

2-4. karelerde başka bir araç görüyoruz. Aynı aracın 3. karedeki dikiz aynası ise garip bir geometriye sahip. Suratları dikiz aynasına sığdırabilmek için bu kadar akrobasiye gerek var mıydı:)


Şaşaalı bir görsellik. Hem de 400bin dolarlık bütçesine rağmen...

Diabolik'teki keyifli anlardan biri. "10 milyon dolar ne yapılır?" sorusuna verilen nükteli cevap.


James Bond Serilerini andıran tuhaf tuzaklar Diabolik'te de var.


Bir egsoz borusu ne işe yarar? Yanmış motor atıklarını tahliye eder değil mi? Siz öyle sanın:)


Gerekirse kılık değiştirmesini de biliriz! Beyaz bir kule duvarına gizlice tırmanması gereken Diabolik, yanında getirdiği çantasından beyaz cicilerini çıkarır ve duvara böyle tırmanır. Örümcek Adam bile gün geldi, taytını değiştirdi. O yüzden yadırgamıyorum. Ama beyaz halinin çok komik olduğu kesin. Elindeki vakum cihazıyla bir örümcek gibi kaleye tırmanıyor. İyi de; vakum cihazı cam gibi düz yüzeylere yapışmaz mı? Demek ki alçı-beton kule yüzeyine de yapışıyormuş. Zararı yok. Diabolik'i izliyoruz:)


Filmdeki keyifli ve bir o kadar da komik anlardan biri. İzlemeden olacak, anlatılacak gibi bir sahne değil bu.


Yakın plan çekimlerde karakterler çevrevenin büyük kısmını kaplıyor. Özellikle kudret sahibi kişiler resmedilirken surat, neredeyse tüm kadrajı kaplıyor.


Aynı şekilde bazı anlarda yine bu unsurdan faydalanarak, muzip sahneler ortaya çıkarmış yönetmen. Resimdeki telefona bakmasahnesindeki gibi misal.

Kendini aşırı fazla ciddiye almadığını açık açık söyler gibi. "Biz sadece şatafatlı bir eğlencenin peşindeyiz" der gibi...


Marissa Mell güzelliğiyle büyülüyor. Böyle bir otostopçuya durmayacak bir araç -en azından ülkemizde- yoktur sanırım. Ama yine de temkinli olmakta fayda var!



Patlama sahneleri inanılmaz pespaye. Üstte patlayan bir karton ev, altta ise suya atılmış plastik bir vagon görüyorsunuz. Kimse size "gerçek bina patlatın" demedi ama patlama sahnelerinde karton kutu "kartonum" diye bağırıyor. Plastik oyuncak da keza öyle. Ne yapalım yıl 1968. Bütçe ve teknolojik imkanlar dahilinde ortaya çıkan sahneler ancak böyle. Filmin bütünüyle kıyaslanırsa bu sahneler filmi baltalamıyor, inadına kitsch görselliği katalize ediyor. Biz de sinefiller olarak hem gülüyoruz, hem seviyoruz. Zaten bir kült filmden de böyle bir şey bekleyebilirdik...

İtalyan korku sinemasının en kendine özgü yönetmenlerinden Mario Bava'nın bu filmi; en az korku filmleri kadar nadide bir sinema yapıtı. Zamanında, Avrupa'nın en çok okunan çizgi romanlarından biri olan, anti-kahraman Diabolik'in sinema uyarlaması Bava'nın ellerinde bir kült başyapıta dönüşmüş.

Diabolik ve güzel sevgilisi Eva ortalığı tozu dumana kattıkları bu soluk soluğa ilerleyen filmde zamanın nasıl geçtiğini anlamak mümkün değil. Bu kadar akıcı olmasına rağmen, çok titiz çalışılmış. Elbette bütçenin ve teknik imkanların elverdiği ölçüde. Dile kolay 42 sene önce çekilmiş bir filmden bahsediyoruz!

2 yıllık bir blog olan Pause Tuşu'nda, pause'a basarken hiç bu kadar zorlanmamıştım. Filmde o kadar ilginç sahneler var ki; birini alsam, diğerinde aklım kalıyor. Danger: Diabolik işte böyle bir film!

Her zaman yaptığımın aksine; kapanış yorumunu yapıp, rutin şekilde bitirmek yerine; son epizottan 2 sahne daha ekleyip, Diabolik tarzı sıradışı bir kapanış yapıyorum...


Sıvı halde yaklaşık: 17 gr/cm3 yoğunluğa ve 1300 derece ergime sıcaklığına sahip olan altın sizce böyle 'su kıvamında' mı akar?


Filmin en güzel anlarından biri. Diabolik gerçek değerine kavuşuyor! 'Altın kaplama' derlerdi de ne diye merak ederdim. Böyle bir şey olmasa gerek:)

19 Kasım 2010 Cuma

Fasülye (2000)

Bu Fasülye 7,5 Liraaaa!


Takım elbise giymiş, elinde deri eldivenler olan bir adam.Ceketini geriye atıp, elini beline doğru götürürken, neyle karşılaşacağımızı az çok biliyoruz. Ama hayır! Ceket geriye gittiğinde gördüğümüz tabloda silah değil bir walkman var!?

Yolun ortasında dans ederek, yürüyen adamımıza aniden bir araba çarpar ve bu garip film başlar: Fasülye!

Bora Tekay'ın bu ilk filminin, senaristi de ilk karede müzik dinlemekte olan mafya fedaisi rolündeki Haluk Özenç. Haluk Özenç'in senaristlik kariyerinin zirvesi diyebilirim bu çalışma için.


Dünyanın en garip kovalamaca sahnelerinden biri budur herhalde...


İnsanlar bu kadar ağır şekilde cezalandırılmasın lütfen:)

Fasülye'nin ne kadar ilginç bir film olduğunu gösterebilmek için 3 sahne aldım. Aslında film görsellikten ve oyunculuktan ziyade; senaryoya odaklı bir film. Haluk Özenç, diyalogları bir nakış gibi işleyerek, bu absürd komediyi oluşturmuş. Espiriler çok ince. Hani cool derler ya, o tür şakalar, o tarz konuşmalar geçiyor. 

Bağımsız sinemanın en ayrıksı örneklerinden biri. Belki bir başyapıt değil ama 'ağır kült' olduğu da su götürmez bir gerçek...





10 (1979)



Biraz daha gerilere gidelim...

Meşhur Pembe Panter filmlerinin yönetmeni Blake Edwards, Pembe Panter serilerine verdiği arada üç film çekti. İşte 10, bunlardan biri ve aslında çok da bilindik bir öykü anlatıyor.


Ünlü besteci George Webber, evli ve bir de çocuğu vardır. Artık yaş da hayli ilerlemiştir. Fakat ciddi bir problemi vardır: Gözü feci şekilde dışarıdadır!

Pause'ta donmuş bu iki görüntüde bir teleskop görüyorsunuz. Fakat biraz dikkatli bakarsanız; 2 teleskobun da farklı olduğunu göreceksiniz. Ve evet: İki komşu, teleskoplarla yıldızlara bakmak yerine birbirlerini gözetliyorlardır:)

Evli ve yaşı da bir hayli ilerlemiş George, yan komşusunu izlemekten kendini alamıyordur. Boş yere değil: Komşusu da azılı bir teşhircidir çünkü:) Güzel sevgilisiyle evde çıplak geziyor, perdeler açık gönlünce, her istediğini yapıyordur. Bir de evde kızlı-erkekli çıplak partiler verince George'un zaten fena olan durumu iyice kötü bir hal alır:) Teşhirci komşusu da George ve ailesini izlemektedir aynı zamanda. İki tarafta bu işten bir ölçüde memnundur. Fakat memnun olmayan bir kişi vardır: George'ın karısı...


Resimde ağzından akan kahvenin sebebini de herhalde tahmin etmişsinizdir. Evet. George artık hiç iyi durumda değildir ve olaylar gelişir...

Blake Edwards, röntgencilik ve çıplaklık öğelerini komediyle harmanlayarak keyifli bir filme imza atmış. Bu filmi ilk izlediğimin üzerinden -herhalde- 15 yıl geçmiştir. Buna rağmen hala aynı keyfi veriyor. Bo Derek, başrolde görünse de gişe kaygısıyla biraz oyun yapmışlar. Filmin neredeyse %70'inde Bo Derek yok! Fakat çok büyük problem değil. 2 saatlik süresi öyle keyifli geçiyor ki; Derek'i fazla aramıyoruz.

Bu hoş film sonunda 'Wife's Dream' tadında bir mesaj vererek, perdeyi kapatıyor. Wife's Dream ne mi? Aslında hepimizin bildiği şey...

İz (1994)

Karelerle Anlam Yaratmak?!


1) Farklı fikirlere sahip insanların resmedilmesi.


2) Üç maymunu oynamak hiç bu kadar 'kör gözüm parmağına' tadında resmedilmemişti.


3) Zihinsel kaos ve ebediyetsizlik kavramlarının somutlaştırıldığı bir kare...


4) Karenin içindeki karakterlerin, kadrajdaki yerlerine bakalım. Karakterler küçük bir çubuk gibi. Toplum karşısında yabancılaşma ve karakterlerin güçsüzlüğü imgelenmiş.

Tayfun Pirselimoğlu'nun senaryosunu yazdığı bu film, Yeşim Ustaoğlu'nun ilk filmi. Yönetmen bu filminde çok zorlama sahnelere imza atmış. Bir an, bir film izlediğinizi değil de, bir yönetmen adayının deneyindeymiş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Sanki yönetmen bu sahneleri çekebilmenin hayalini kurmuş, "illa bunları bunları çekmem lazım" dermiş gibi eğreti duruyor bu sahneler filmde. Yazık!

1) Filmde dikkatimi çeken 4 kadrajın screenshotını görüyorsunuz. ilk kareye bakalım. Birbirine fikirsel olarak düşman iki karakter var ve böyle bir betimlemeye gerek duyulmuş. Peki neden? Biz bu karakterler hakkında hiç bir şey bilmiyor muyuz. Eğer karakterleri tanımamış olsaydık; bu sahne gerçekten nefis bir anlam taşıyacaktı. Ama hayır. Karakterlerin birbirleri hakkında ne düşündüğünü neredeyse tamamıyle biliyoruz ve bu kadraj da; ister istemez gülümsetiyor.

2) Üç maymunu oynamak. Bu deyimin anlamını herkes biliyor değil mi? Toplum da hiç bir olaya müdahil olmak istemeyen, etkisiz kalmak isteyen kişilerin davranış biçimidir. 

Pavyon sahnesinde çalgıcılardan bilgi almaya gelen adamımıza -daha konuşma başlamadan- böyle bir cevap veriliyor. İlk kareye nispeten daha anlamlı olmuş. Ama yine de filmin bütününe bakılınca, sahne; bir Benny Hill Show kesiti gibi duruyor. Olabildiğince yapay. Üstelik gülünç olmasıyla da filmin tüm gerilimli atmosferine çelme takıyor. Hiç hoş değil!

3) Biraz daha iyi. Karakterin bulunduğu ruhsal durumu tasvir etmesi açısından gayet anlamlı. Seyirciye de öykü için bir yol gösterici oluyor bu sahne. Yönetmenin apartman merdivenlerine ve onların üzerinden kareleri anlamlandırmaya olan takıntısı ister istemez dikkat çekiyor.

4) Az önceki sahne gibi bu sahne de; filmin mihenk taşlarından biri. O küçücük karenin içinde bulunan karakterlerin tüm çerçeve içindeki konumu gerçekten çok kritik. Özellikle ana karakterin konumu; bize kahramanımızın hayat karşısında ciddi ölçüde aciz-savunmasız bir duruma düştüğünü, hatta bir o kadar da toplumdan soyutlandığını anlatıyor. 

Filmin ne anlattığının, öyküsünün ne olduğunun hiç bir önemi yok. Bunların hiç birinden bahsetmeyeceğim. İzleyip görün. Ameliyat masasındaki karnı deşilmiş hastanın 4 yerine baktım ve ilginç bir şey gördüm. Film tam anlamıyla bir kobay. Yönetmen kafasında kurduğu her şeyi filmde uygulamaya çalışmış. 

İlk 2 kare, ne kadar özentisiz ve gereksiz ise; son 2 kare de bir o kadar güzel ve önemli. 

İz, aslında 1991 yapımı Gizli Yüz'ü andırıyor. Öyle ki; Ömer Kavur gibi bir auteur bile bu tarz soyut bir film çekmek için aceleci davranmamış. Ustaoğlu, bu 'ilk film'inde çok dalgalı bir denize girmiş. Belki sağ sağlim karaya ulaşıyor ama sonrası galiba bitkisel hayat...