29 Ağustos 2010 Pazar

Re-Animator (1985)


Artık bir efsane haline gelmiş yazar, H. P. Lovecraft'in bir öyküsünden uyarlanmış meşhur film; Re-Animator'dan bir sahne. Saçlara bakın: Simsiyah!


Aynı saçlar artık kırlaşıp, bembeyaz hale geliyor. Şüphesiz ki; böyle bir film için çok kötü bir devamlılık hatası!

Kadrajda, tasın içinde duran kafa, şüphesiz ki; intikam duygusuyla tutuşan bedene ait. Horror-fantasy aşığı bir sinemaseverseniz; bu kadrajdan etkilenmemenizin imkanı yok. Gerçekten ilginç  bir deneyim.

Film, Lovecraft hastası iki sinemacı; Stuart Gordon & Brian Yuzna'nın eseri. Tam genel anlamda bir horror-fantasy filmi olmasına rağmen, tarz olarak yer yer gore-flicke dönüyor.. Eğer kan görmeye dayanamıyorsanız; bu filmi asla izlememenizi salık veririm.

Ama böyle bir b-movie'nin Imdb notunun: 7.2 olması önemli. Filmin çok büyük fanları var. Öyle böyle değil hem de çok! Galiba sinema aşkına; sınırlanızı biraz olsun zorlamanız gerekiyor!

The Erotic Adventures Of Zorro (1972)


Eski dönemlerin Kaliforniya'sında geçen bir Zorro öyküsü. Bu Zorro bildiğiniz Zorro'lardan değil ama!

Şehrin yeni belediye başkanı (veya ona benzer bir yetkili kişi?) şehirde terör estirmeye başlamıştır. Herkesten çılgınca vergi toplamaya başlar. Vergi veremeyenin neyi varsa alınır. Gerekirse karısı, kızı! İşte bu dönemde eski belediye başkanı halkı kurtarmak için oğlunu görevlendirir. Oğlu da askeri eğitim almış, yetenekli bir gençtir. Savaşçı özellikleri gelişmiştir. Tabi başka özellikleri de!

Bunun için artık yeni başkanın terör estirdiği şehre gitmesi gerekir. Ama hiç kimsenin kendinden şüphelenmeyeceği bir kılıkta. Evet. Tam da resimde gördüğünüz gibi nonoş bir erkek formunda, elinde ucu dantelalı şemsiyesiyle şehre gelir. Bir yandan da sağdaki soldaki erkeklere kur yapar. Azgınlığından kızların yanına yaklaşamadığı o adam, artık tam anlamıyla 'zararsız'dır artık.


O zararsız Don Diego, gece olunca bir anda Zorro kılığıyla ortaya çıkıp, Başkanın adamlarını sıraya dizmeye başlar. Bu sırada filmin başında vergi olarak alınmış kızları da kurtarır. Öyle bir Zorro ki; kurtardığı kızları bile taciz etmeden, orasını burasını ellemeden duramıyor. Zorro'nun yaratıcısının mezarda kemikleri takır takır titriyordur herhalde:) Tabi bu esnada Başkan Bonaasario'nun kuzeni Maria'ya da deli oluyordur. İyi de Zorro bu; "benimkisi ihtiraslı bir aşk" diyip, sakin sakin duruyor mu. Hayır bir yandan da efemine kılıkla, Maria'nın teyzesi Helena ile gittiği kır pikniğinde Helena'yla halvet oluyor. Hani efemineydi bu adam? Hay maşallah artık Don Diego iken bile kendine ve bilumum yerlerine hakim olamıyor adamımız! :)


Zorro dediğin tahtalara, kapılara, ya da ne bileyim adamın göğsüne veya sırtına "Z" işareti çizmez mi. İşte bu Zorro'nun aklı nerelere çalışıyorsa; düşmanlarının da oralarına o malum tag'i atıyor:) Pause'taki kareye bakın. Bu yaptığı gerçekten insafsızca bir hareket. Arkadaşlarına da akıbetini gösteriyor. Bu işareti normal bir adam görse; "en değerli hazinem" diyip, silahını bırakıp, emekliliğini ister. Ama film değil mi bu:)

Prodüktör; David Friedman yazıp, az duyulmuş isimlere emanet ettiği bu film için; tam anlamıyla bir 'sexploitation' diyebilirim. Tür olarak dönemin en bilindik işlerinden biri fakat öykü olarak biraz uçlarda gezindiği kesin. Film erotizmden yer yer softcore pornoya kayıyor. Ama kült seven izleyiciler için rahatsız edici boyutta olmadığı kesin. Ancak bir 'Jesus Franco' filmi kadar erotizm barındırdığını söylemek mümkün.  

Filmde dönemi yansıtmak için çok güzel bir dekor yapılmış, kostümler dönemin tarzını yansıtmakta başarılı. Küçük bütçeli bir sexploitation için ziyadesiyle özenilmiş bu filme. Saygı duymak ve duymamak arasında git-gel yaşıyorsunuz. Bir beklenti içine girmeden izlerseniz; belki keyif bile alabilirsiniz.

Arkadaşım Şeytan (1988)


Türk Sinemasının harcanmış filmlerinden biri daha...

Film, seslendirme yapan, aynı zamanda da barlarda şarkı söyleyen bir sanatçının hikayesini anlatıyor. Tam da tanrıya isyan etmişken bir gün karşısına garip bir adam çıkar. Filmdeki kare Şeytanla ilk karşılaşmanın gerçekleştiği yerden, Galatasaray Meydanını, Meşrutiyet Caddesine bağlayan Hazzopulo Geçidinden. Buraları iyi bilenler resimdeki kareden mekanın yumurta taşlarını ve kapısını hemen tanıyacaklardır. Burada bir film çekmek kimin aklına gelirdi ki. Çok sevdiğim bu geçitte bir film çekilmiş olmasına ziyadesiyle memnun oldum. 


Filmdeki bu epizot tam 13 dakika(!) sürüyor. Neredeyse filmin %10'u diyebilirim. Ama öyle bir bölüm ki; bir an bile sıkılmayacaksınız. 


Filmin ilginç anlarından biri? Böylesine bir filmde, böylesine bir siyasi eleştiri. Şeytana ruhunu satanlar arasında kimler varmış kimler! Bu filmi Turgut Özal izlemiş midir? İzlemişse ne düşünmüştür. İzlemişse Semra'cım tak bir film de neşelenelim demiş midir. Bu film için demeyeceği kesin:)


Filmde, şeytanla ilgili tüm atasözlerini kullanılmış maşallah. Atasözleri sündürülmüş. İşte böyle bir anda yakadığım kare. Kurşun dökmek? Şeytan kulağına kurşun dökmek deyimini oturup düşünmüş senaristler. Ben de diyorum ki; şeytanın kulağına ateş etmektir. Bazı müphem şeylere bu kadar düz bakmak garip geliyor insana. İster istemez...


Her zaman olduğu gibi filmle ilgili tüm taşlarımızı son bölümde döküyoruz...

Bu film için; Türk Sinemasının en ilginç işlerinden biri desek; herhalde yanlış olmaz. Film komedi, müzikal, dram gibi öğeleri bir potada eritiyor. Müzikal kısmı genel olarak çok başarılı. Özellikle; 13 dakikalık 'şeytanla tanışma' kısmı ve son sekanstaki '3 kafadarın isyan şarkısı'; dillere pelesenk olacak cinsten. Bunun haricindeki şarkılar da iyi ama bunlar bir başka. Filmin bir yerinde aria gibi bir şey vardı. Gerekliliği tartışılır.

Filmde tüm erkeklerin muzdarip olduğu bir konuya da değiniliyor. Kadınları anlayamamak? Bir erkek olarak buna katılıyorum:) Orası başka mevzu. İyi de kadınlara sorsan bunu; onlar da erkekleri anlayamıyor:) Ne bekliyorduk ki? Bu yüzden bu kısımdaki bazı bölümleri son derece maskülen buluyorum. Kadınlar izleyip, bu kısımda biraz söylenmişlerdir. Ee onları bu filmde, uzaylılar gibi gösteren erkeklere şükran gösterilerinde bulunacak değillerdi ya:)

Atıf Yılmaz ve senarist Ümit Ünal'ın muhteşem bir iş çıkardığı; Yeşilçam'ın bu gizli hazinesine, umarım bir gün gereken değer verilir...


22 Ağustos 2010 Pazar

Burakku Jakku/Black Jack (1996)


Efsane anime yönetmeni Osamu Dezaki'nin yarattığı en ilginç karakterlerden biri: Dr. Black Jack'in bir hikayesini anlatan bu filmin öyküsü gerçekten muhteşem.

Lisanssız olmasına rağmen, fahiş fiyatlara çok kritik ameliyatlar yaparak, ün salmış bir doktordur Black Jack. Son dönemde sporda ve sanatta inanılmaz rekorlar kırılıyordur. Yıllar boyunca kırılamayacak rekorlar, inanılmaz güzellikteki eserler yapılıyordur. Bu başarılar insanları çok şaşırtıyordur çünkü insanlar kendilerini aşmışlardır artık. Adeta robotlaşmışlardır. Sporcular, sanatçılar bile kendi başarıları karşısında şaşkına uğruyorlardır.

Günün birinde bir hasta için Black Jack'e başvururlar. Bu hasta birkaç yıl önce büyük bir başarı kazanmış sporcudur. Fakat tedavi çözülemez. Çünkü bilinmeyen bir hastalığa yakalanmıştır zavallı adam. Korkunç bir şekilde delirerek ölür. Bir süre sonra hastalar artmaya başlar. Fakat ilginç bir durumu farketmişlerdir: Bu hastalar hep o rekorları kıran sporcular ve sanatçılardır yalnızca. 

Filmin geri kalan kısmına dair hiç bir şey anlatmayı düşünüyorum. Böyle inanılmaz bir filme yazık olur. Yıllardır bu animenin sinemaya aktarılmasını hayal ediyorum. Günün birinde beyazperdeye aktarılırsa; Matrix gibi, Oldboy gibi unutulmaz bir film olur.

Pause'taki bu kare ise filmin kırıldığı noktalardan biri...

Se7en (1995)


David Fincher'ın efsane filmi. Hangi filmi efsane değil ki...

İşte bir kutu daha! Filmin son bölümünde artık ipler iyice gerilmiştir. Bir kargo aracı gelir ve durur. Görevliyi tehlikeli bir adam sanırlar. Ama hayır o sadece bir kargo görevlisidir ve bir koli getirmiştir?

Oldboy incelemesinde de yazmıştım. Her kutuyu açmamak gerekiyor. Fakat her kapalı kutu gibi bu da açılıyor. İçinden "böyle" bir şey çıkacağını, "O" hariç hiç kimse beklemiyordu???

Scrapbook (2000)


Evet bağımsız sinemanın ilginç örneklerinden birine geldi sıra. İlginç...Öyle böyle değil!

Eric Stanze'nin çektiği 2000 yapımı bu film, aslında bir mockumantary. Yönetmen filmin mock olması için elinden geleni yapmış adeta. Film Mini DV veya VHS video kamera gibi bir cihazla kaydedilmiş. Yer yer görüntü grenleniyor veya kareleniyor. Bu şüphesiz ki bilinçli bir tercih. Filmin berbat atmosferini tetiklemek ve gerçekçiliği sağlamak için. İşe yarıyor mu? Kesinlikle yarıyor. İzleyici, bir an için piskopat bir adamın arşivlediği videolardan birini izlediğini sanıyor.  


Filme sadece mock olarak bakmak yeterli değil. Hem minimal hem de deneysel sinemanın bir ürünü olarak da düşünebiliriz. İki oyuncunun da performansı filmi götürmeye yetiyor.

Film, aslında tam olarak sadist-piskopat bir katilin, bir kıza yaptığı akıl almaz işkenceleri anlatıyor. Adam, kurbana; envai çeşit şiddet uyguluyor, tecavüz ediyor, hakaret ediyor...Yeri geliyor insan gibi de konuşmasını biliyor. Aslında adamın derdi belli. İşkence ettiği kadınları öldürmeden önce onlara kendi scrapbook'unu doldurtuyor. Yaptığı işkenceler, tecavüz ve bilumum sapıklıklar karşısında kadınların ne hissettiklerini günlüğüne yazmarını istiyor. Scrapbooku o kadınların resimleriyle de destekliyor. Defter artık öyle bir hale geliyor ki; her geçen gün yeni bir kurbanla, yeni şeyler eklemek onun için ciddi bir hobiye dönüşüyor. Öldürdüğü kurbanları da evin çöpünde biriktiriyor. Torbaların içinde.

İşte birinci karedeki duvarda yeralan resimler o kadınların polaroid resimleri. O kadar çok çekmiş ki bunların hepsinin günlüğe girmesi imkansızdı zaten.

Günlüğün bazı yerlerinde "I'm winning" yazıyor. Evin bir odasının duvarında da aynı şekilde. Adamın belli ki; kadınlarla ciddi bir derdi var!

Pause'taki 2. kare bir işkence anından. Film o kadar sert, o kadar şiddet dolu ki; nereyi alacağımı bilemedim. Şiddetin boyutunu anlatan bu kareden olanları az çok tahmin etmişsinizdir...


Filmin koptuğu an; kızın kitaba yazdığı bu cümle: "You are all i need". Bu filme yapılabilecek en büyük spoiler herhalde bu. Bu kadar sadist bir filmi izlemeyeceğinizi düşünerek, utanmadan spoiler veriyorum:) Eee her eklediğim filmi de izlemenizi, ruh sağlınız açısından tavsiye etmem mümkün değil elbette. 

Son olarak eklemek gereken bir şey varsa o da şu: 

Film, şiddeti bir meta gibi kullanıyor. Onu estetize etme ihtiyacı bile duymuyor. Herhangi bir yalanla "ben şu olayı resmetmek için şiddet kullandım" da demiyor. Gayet net bir şekilde şiddeti, sadizmi yüceltiyor. Seyirciyi bunu ham bir şekilde kullanarak, sarsmak, yıkmak istiyor. Şiddet için şiddet kullanıyor. Bunu herhangi makul bir sebebin altına sokarak, 'şiddet istismari film' kategorisinden çıkmaya çalışmıyor. Aksine bu janrda olmaktan haz duyuyor. Bu bağlamda Serdar Akar'ın Barda filmi gibi bir ikiyüzlülüktense bu amatör-indie sinema örneğini daha samimi buluyorum. Haaa ne kadar güzel bir film, ne kadar izlenebilir; orası apayrı bir mevzu...

North by Northwest (1959)


Biraz da eskilere gidelim...

N by NW; Alfred Hitchcock'un sinema tarihine armağan ettiği en büyük başyapıtlardan biri şüphesiz. Film inanılmaz bir öykü, inanılmaz bir kurgu, inanılmaz bir görüntü yönetimi, inanılmaz vs. diye gidiyor. Her şey inanılmaz gerçekten.

Son sahnede mutlu son görüyoruz. Eve, Roger'ı hınzırlık yapmaması için uyarıyor ve kompartımanın bu iş için uygun olmadığını belirtiyor. Hemen arkasında Hitchcock, resimdeki görüntüyü ekrana getiriyor. Bence Hitchcock'un ki, Roger'ın fikrinden daha hınzırca. Treni fallik nesne olarak kullanmayı başka hangi yönetmen düşünmüştür acaba?

Heat (1995)


Robert de Niro ve Al Pacino'nun karşı karşıya kahve içtikleri o meşhur sahne. Kameraya önce burdan bakalım.


Bir de buradan. Yönetmen Micheal Mann kadrajı iki karakterin yüzünü görecek şekilde, iki farklı biçimde kameraya almış.

Bazıları bu filmi anlatırken şöyle diyor; "Al Pacino ve Robert de Niro'yu karşı karşıya getiren film!". Biraz komik. Çünkü ikili hiç bir karede birlikte oynamamıştır. İşte bu meşhur sahnede de karşı karşıya gelmedikleri için Mann, figüran kullanmak zorunda kalmış. İki oyuncu da kendi kişisel egoları yüzünden yönetmeni zor durumda bırakıyorlar. Gerçekten hiç profesyonelce değil! Micheal Mann, o kadar iyi bir yönetmen ki bu sahneyi de müthiş şekilde çekip, efsane sahneler arasına sokmayı başarmış. 


Eve gelir ve eski karısının köşedeki içki dükkanının sahibiyle yatmış olduğunu farkeder. Adamı bu kadar rahat bir şekilde eve kurulmuş, tv izlerken görünce delirir (sansürlü:P):

"Benim karımı becerebilirsin ama kahrolası tv'mi izleyemezsin!"

 ve televizyonu alıp, evi terkeder...


Y Tu Mamá También (2001)


İstanbul'da, Festivalde gösterildiğinden beri kendine özel bir hayran kitlesi oluşturan bu filme, Meksikalı yönetmen Alfonso Cuaron'un parladığı film diyebiliriz. Zaten bu filmden sonra bir daha onu hiç kimse tutamadı. 2001 yapımı bu bağımsız ise; gerçekten sıradışı bir gençlik filmi.

Julio ve Tenoch çok sıkı iyi dosttur. Kız arkadaşlarını İtalya'ya yolcu ederler. Bir süre sonra Ana diye bir kızla tanışırlar. Ana, onları birbirlerine yaklaştırır. Gerçek anlamda yaklaştırır. Filmin sonlarına doğru güzel bir akşamda, güzel bir içki sofrasında eteklerindeki tüm taşları dökerler. Filmdeki kare işte bu taş dökme anından bir kesit.

Arkadaşlık iyidir. Ama bir yere kadar...

Animals With The Tollkeeper (1998)


İstanbul Film Festivali'nde gösterildiğinden beri Türkiye'de çok büyük hayranları bulunan bir Michael Di Jiacomo filmi. 

Film, sıradan bir yaşantı sürdüren bir taksi şöförünün hayatını anlatıyor. Bür gün arabasına 3 yaşlı adma biner. Ona nasihatlar ederler. Öyle etkilidirler ki; taksici hayatını değiştirmeye karar verir. Artık bambaşka bir yaşamı vardır...


Pause ve kadraj! Karakterin çaresizliği bu karede o kadar net ki. Onun bulunduğu kötü durumu anlamanız için filmi izlemenize gerek yok. Kadrajdaki konumu, ters çevrilmiş araba, sis...Her şeyi çok net. Yönetmen deneysel sinemasını o kadar sert bir mesajla bitiriyor ki; biz izleyiciler suratımıza az önce inen tokadın üzerini okşayarak acıyı azaltmaya çalışıyoruz. Gerçekten de; bazen bulduklarımızla yetinmeliyiz...

Cannibal Holocaust (1980)


Gore sinemanın meşhur kült filmlerinden biri. Açık açık söylemek gerekirse; her bünyenin kaldıracağı bir film değil.

İtalyan yönetmen; Ruggero Deodato'nun artık klasiklerden sayılan bu filmi; bazı bünyelerin dediği gibi kötü bir film değil. Aksine çok zor bir işin altından kalkıyor. Bir yamyam filmi olarak mesajını sonuna kadar veriyor. Bunu alan alıyor, alamayan düşünsün...

Filmdeki meşhur kazığa oturtma sahnesi artık o kadar popüler oldu ki; bununla uğraşmak yerine daha farklı sahneleri kurcalayalım. Mesela görüntüdeki sahnede az önce bir töre cinayeti işlendi. Tecavüze uğradığı için, kabile tarafından ölümle cezalandırıldı. Ceza fallik bir taş ile tecavüz edilmek. Filmin en ilginç sahnelerinden biri. İlginç olmasına ilginç ama kabiledeki kızın vücudu ne kadar beyaz. Bu nasıl Afrika yerlisi anlamak mümkün değil. Güney Afrika mı yoksa burası:) Ufak detaylara girince film; korkudan çok komedi unsuruna dönüşüyor. 


Birilerinin size bir şey ikram etmesini isteyebilirsiniz. Bazen de fazla ısrarcı olunmasından rahatsız olabilirsiniz. Çift zamanlı giden filmin 2. zamanında, üniversiteden bir profesör olayı araştırmaya Afrika'ya gidiyor. Bir rehberle yamyam kabilesini ziyaret ediyorlar. Kabile reisi gerçekten çok ikramsever! Ama kuralları onlar koyuyor ve "teşekkür ben çay alayım sadece" demek gibi bir lüksünüz yok:)


Filmin önemli sahnelerinden biri. Belgesel çekmeye gelen gençler karınlarını doyurmak için bir deniz kaplumbağası yakalıyorlar. İşte bu sahne zavallı hayvanın öldürülmesinden birkaç saniye öncesine ait. Film güzel güzel işlediği konusunu iki saçmasapan sahneyle silip atıyor. Birincisi armadillonun öldürüldüğü sahne, ikincisi de bu. Bu hayvanları bu şekilde öldürüp, sonra filme almak sinema adına hiç bir anlam taşımıyor. Üstüne üstlük belki de tüm zamanların en iyi yamyam filmini çekmek üzereyken, bu iki sahneyle filmi alıp tamamen şiddet sömürüsü haline getirmek nasıl bir zekanın ürünü olabilir! Karakterlerin bunları yemesi sahnelerin gereksiz olmadığı anlamına gelmiyor. Çünkü hayvanlar paramparça edilene kadar kareye alınmış. Belli ki burada amaç seyirciyi irrite etmek. Belki amacına ulaşıyor ama özellikle bu sahne yüzünden film tüm ciddiyetini, tim önemini kaybediyor. Mesela yukarıdaki hayvan dalağını, insan dalağı gibi ikram ettikleri sahne bile bir mantık çerçevesindeydi. Ama burada değil. 

Bu kadar sert eleştiriyorum, ama Cannibal Holocaust iyi bir film. Gerek müzikleriyle, gerek tematik senaryosuyla ve en önemlisi mockumentary mantığında çekilmiş yamyam filmi olmasıyla. Hatta kendisinden sonra çekilmiş birçok mockumentary tarzı filmi etkilemeyi başarmıştır. Böyle bir filme de bodoslama; "çok kötü, istismar, kan, şiddet, vahşeeet" dersem, herhalde biraz ayıp etmiş olurum...

Scanners (1981)


David Cronenberg artık benim için bir herhangi yönetmen değil, sinemanın en büyük efsanelerinden biri. 1975 tarihli ilk filmi; Shivers'tan, en son çektiği Eastern Promises'a kadar bir tane boşu yok. Gerçekten çok büyük bir yönetmen. 

Özünde; 'insanın makineleşmesi' fikrini barındıran tüm filmleri insanı koltuğuna çiviler. İşte Tarayıcılar da böyle bir film. Filmde Tarayıcılar adında yeni bir insan türü ortaya çıkıyor. Bunların bazılar iyi niyetli, bazıları da kötü niyetli. Ee normal değil mi bu? İnsanlar olarak biz de böyle değil miyiz. Bazı telepatik güçleri olan bu insanlar, insanlara çok ciddi hasarlar verebiliyorlar. Bu telepatik güçlerle, yanında oturan bir adamın beynini patlatabiliyor mesela. Resimdeki gibi. Resimdeki özel efekt çalışmasında karakterin elleri pek iyi olmamış. Ama bu telepati sahnesi o kadar heyecanlı ki; ellere bakacak haliniz kalmıyor.


Filmin inanılmaz anlarından biri: İki tarayıcının telepatik savaşının galibi belli oluyor. Siz ne olduğunu anlayamıyorsunuz. Yönetmen böyle buyurdu çünkü. Çünkü sonraki sahnede öyle bir şey olacak ki; koltuğunuzda uzun süre creditse aval aval bakarken bulacaksınız kendinizi. Kısa süreli bir şokun etkileri bunlar:) Ne bekliyordunuz. Hangi Cronenberg filmi midenize bir yumruk çakmadan bitmiş ki!

Funny Games (1997)


Sırada, Haneke'nin Kült filmi; Funny Games var. Funny Games'in alt başlığında her zaman 'burjuvaziye karşı şiddet' gibi bir açıklama yer alır. Yani Haneke bu filmdeki şiddet sahnelerini burjuvaziye olan nefretini kusmak için çekmiş. Acabaaa!? 

Bence bu filmi yüceltmek için zırvalanmış bir söz öbeği. Özellikle eleştirmenler böyle filmleri kutsamak için kendilerinden geçiyorlar ve ve zul gördükleri 'şiddet istismarı'nı amorti etmek için böyle sallama teorilerde bulunuyorlar. Halbuki alakası yok. Film apaçık şekilde şiddeti övüyor, şiddeti yüceltiyor. Meselesi burjuvazi filan değil. Belki bir nebze, sütlaç üstüne tarçın gibi bir tutam olabilir. Ama sütlacın kendisi tamamen şiddet. Yönetmen filmi bu minvalde çekerken herhangi bir mantığa yaslanmamış. Öncelikli olarak seyircinin empati kurarak gerilmesini amaçlamış. Gerçekten de öyle. Kapıya gelen iki misafirden biri, kameraya dönüp sizi görüyorum der gibi seyirciyle konuşuyor. Evet gerçekten de film öyle bir atmosferdeki; biz gerçekten kendimizi orada hissediyoruz. Çaresiz hissediyoruz. 

Pause'taki kare bence filmin köküne sallanmış bir baltadan farksız. Popüler kültüre, TV'ye bir eleştiri getiriyormuş gibi yapan, yalandan bir sahne. Resimdeki kumanda, filmi, bir 'Looney Tunes' yapımına dönüştürüyor adeta. Baştan beri korktuğumuz, gerildiğimiz karakterler artık bir çizgifilm karakteri gibi oluyor. Estetize şiddet, müthiş gerilim ile giden film bu noktada ipini çekiyor. Belki bunu filmin ortasında yapsa; seyirci olarak filmden kopacağız. İyi ki sona saklamış.

Baştan beri söylediklerimi özetleyeyim:
Bu filme kötü demek mümkün değil. Güzel film. Ama gelip de; filmin altında bir sosyobilmemnesel tespit ararsak; bu çok zorlama, çok yalan bir çaba olur. Bildiğin şiddet ve gerilim filmi. Şiddeti de herhangi bir sebebe bağlamıyor. Genel düşünce: 'Şiddet için Şiddet'. Şiddet ististmarı bile olsa güzel film. Takashi Miike, nasıl şiddeti herhangi saçma bir açıklamanın altına saklamaya çalışmıyorsa; Haneke de saklamamalı. Çünkü böyle gerçekten çok komik oluyor. Vatkası büyük gelmiş bluz gibi duruyor. 

Bu temelden yola çıkan Serar Akar, Barda filmini çekmiş, tam anlamıyla yüzüne gözüne bulaştırmıştı. Tecavüz edilen bir kıza, tecavüzcünün söylediği şey öyle komik ki; tecavüzcüler bir süre sonra izleyiciye sempatik gelmeye başlıyor. Seyircinin bir kısmı ayrılıp, tecavüzcü ekibe geçiyor. Kafa olarak...Sonra bu şiddeti bir mantığa bağlamaya çalışmak. Gerçekten çok komik...

The Woman In Red (1984)



Bir kadını kim bu kadar sinirli hale getirebilir ki??? Tabii ki bir erkek:) O kadar sinirli ki; şu an herşeyi yapabilir ve yapacak da...


Üstteki kadını bu kadar sinirlendiren işte bu adam. Saçlara, üstündeki takım elbiseye bakar mısınız. Kendinden geçmiş bitap bir hali var. Yine de, az da olsa bir alıcısı var ama onun gözü başkasında!


Peki kim bir erkeği böyle bir hale getirebilir! Tabii ki bir kadın :)) Saçlar fönlenmiş, taranmış. Güzel kıyafetler ve capcanlı bir yüz. Bu eşsiz değişimi gören herkes bu değişimin sebebini anlamakta zorluk çekmeyecektir. Bazı soruların cevabı daha en başından bellidir.



 İşte adamımızdaki o inanılmaz değişimin müsebbebi. İşte o kız. Adam haklı mı haksız mı siz karar verin. Ben bir blogger olarak objektif olmak istiyorum:)

Gene Wilder'ın 84 yapımı bu filmi; reklam ajansına gelen bir mankeni görmesiyle hayatına hareket gelen, kendini salmış ortayaş üstü bir müdürün hikayesini anlatıyor. Müdürün hayatına aksiyon geliyor, fakat öyle böyle değil! Bir de bu işlerde yeteneksiz olduğu için her şeyi yüzüne gözüne bulaştırıyor. Gene Wilder'ın slapstickteki ustalığı şüphesiz filmi son saniyelerine kadar keyifli bir seyirliğe dönüştürüyor.

Film, hemen ertesi sene, hemen hemen aynı senaryoyla, "Aşık Oldum" adıyla çekilmişti. Başrolde oynayan Büyük Usta; Şener Şen'in, Wilder'dan eksiği yok fazlası var. İki film de birbirinden keyifli. Ama orijinalinden daha çok keyif aldığımı söylersem, yalan olmaz...

A Fish Called Wanda (1988)


Bu filmi bir Charles Crichton filmi olarak mı değerlendirmeliyiz. Yoksa bir John Cleese filmi mi?? Gora ne kadar Ömer Faruk Sorak filmiyse; işte bu da o kadar Charles Crichton filmidir!

Filmde de bahsedilen o müthiş; Wanda denilen fıstığı sonunda arkadaşının evine atmıştır. Gerçekten çok zor oldu ama oldu:) Wanda'yı çıldırtan, tabiri caizse azdıran tek bir şey var: Erkeğin farklı yabancı dillerle ona kur yapması. İşte Archie kendindeki bu cevheri kullanıp, Wanda'yı tam kendinden geçirmeyi başarıyor. Artık her şey bitmiş, üst katta seksi bir şekilde giyinmiş olarak onu bekleyen Wanda'nın yanına çıkmak kalmıştır.

Gol atmış bir forvetin taraftarıyla sevincini paylaşması gibi alt katta kendi kendine sevinç gösterileri yapmaya başlar. Kolay mı, haftalardır bunun için uğraştı. Ve sonunda başardı. Bu sevinç gösterisini öyle abartır ki, bir yandan Rusça konuşurken bir yandan da kilodunu çıkarır. Formasını öpen futbolcu misali; kilodunu alıp suratına koyar. Sonrası tam bir facia... :)))

Blue Velvet (1986)


Herkes bu filmi biliyor değil mi? Yanılıyorsunuz. Bu filmle ilgili bilmediğiniz o kadar çok şey çıkar ki...

Jeffrey (Kyle MacLachlan), Dorothy (Isabella Rossellini) adlı kadını gözetlemek amacıyla evine girer. Pause'taki karede tahmin edebileceğiniz gibi adamımız dolabın içinde. Dünyadaki hiç bir erkek burada olmak istemez herhalde. Dolabın içinde geçirdiği 2 bölümde de inanılmaz bir heyecan yaşıyor. Bu heyecana sebep olan iki şey var: Şehvet ve Korku. Zaten gözlerinden de belli değil mi. Filmde Rossellini gibi muhteşem bir kadın bile tuhaf, korkunç bir hale bürünmüş. Lynch'in atmosferinden nasibini herkes alıyor işte.


Evet bu bir kulak. Otların arasında kopmuş bir insan kulağı duruyor. Her ne kadar form olarak kulağa benzese de; renk olarak un kurabiyesinden farklı değil. "Plastiğim ben diye bağırıyor" adeta. Bu kulak Blue Velvet'ın her şeyi. Neden olduğunu söylersem tadı kaçar. Söylemiyorum. Yalnızca küçük bir ipucu veriyorum. Bir olay anlatacağım:

Film vizyona girdiğinde; Lynch, sinema yazarlarından büyük tepki görür: Eleştirmenler, "Filmin kurgusunun berbat olduğu ve sonunun hiç bir şeye benzemediğini" söylerek, filme öfke kusarlar.

Lynch; "Siz bu filmden hiç bir şey anlamamışsınız" diyip dalga geçer. Filmi anlatır. İşte eleştirmenlerin dikkat etmediği şey, bu kulaktır. İçiçe geçmiş öykünün 1. kontakt noktasını işte bu; 'kulak bulma sahnesi' oluşturur. 2. kontakt noktasını da izleyip, kendiniz bulun bakalım...

Üç Maymun (2008)


Nuri Bilge Ceylan'ın son filminden bir kadraj. Telefona bakın. Teknolojiden az çok anlıyorsanız; bu telefonun özelliklerini de bilirsiniz. Bu telefon mp3 zil sesi çalmaz! Sadece melodi çalar. Fakat filmde, bu telefon Yıldız Tilbe şarkısı çalıyor. Hem de bangır bangır multifonik bir sesle.

Başka telefon yok muymuş acaba. Belki de zoru başardılar. Her yer kameralı mp3 zil sesli telefon ile doluyken; bu telefonu arasan, belki de bulamazsın:) Böyle garip bir hatayı isteseler bile yapamazlardı herhalde...

Lola+Bilidikid (1999)


Kutluğ Ataman'ın 2. filmi, bir gay flick. Sağlam bir temelde ilerleyen ilginç bir öyküsü var. Bazı yönetmenler gibi eşcinsellerin yaşamına eğilirmiş gibi yapmıyor, eğiliyor! O dünyanın içerisinde dolaştırıyor bizi Ataman. Bir süre sonra Lola ve Billi'nin aşkını, Romeo ve Juliet'in aşkı gibi görmeye başlıyoruz.Aynı şekilde Alman burjuvası Friedrich ile birlikte olan diğer arkadaşlarının ilişkisi de bunlarınkinden farklı değil. Şu meşhur; "kızımı bırak çek yazayım" sahnesinin bir benzerini izliyoruz filmin son bölümünde. Ama ne oluyor? izlemek, görmek lazım. Yukarıdaki resim, filmden ilginç bir kare. Dikkat ettiyseniz apartmanın üzerinde ...mişiz, ...müştük gibi yazılar yazıyor. Bunda amaç nedir merak konusu? Almanya'daki Türk ghettolarının kendi benliklerinin bir dışa vurumu mu? Hangi apartmanda, hangi işgüzar böyle bir işle uğraşır ki. Filmde bu kadar gereksiz bir kadraja bu kadar uzun sahne süresi ayrıldıysa; şahsımca bu yazıları, apartman duvarına Ataman yapıştırdı. Belki de bu bahsettiğim sebebin üstünü daha iyi çizmek için. Bilinmez...


Murat'ın ilk tuvalet tecrübesi. Eee Billi gibi bir akıl hocası olduktan sonra tecrübe etmek zor olmasa gerek:) Öncelikle şunu sormak gerek: Bu nasıl tuvalet. Ya da belki de şunu: Burası tuvalet mi? :)) İnsanların aperitif şeyler yediği büfelerin orada bulunan bir umumi tuvalet. Maşallah tuvalet işlevinden başka her amaçla kullanılıyor. Onlar boş birine girmek için hazırlanırlarken, arka kapıdan uzun boylu sarışın bir adam çıkar. 10 saniye sonra da kısa boylu başka bir adam. Türkiye'de böyle bir şey olur mu. Herhalde olmaz. "Siz benim tuvaletimin, ekmek teknemin adını mı çıkaracaksınız" diye onları orada paramparça eder tuvaletin sahibi:) Kültür farklılığı diyip geçelim...


Son sahne. Kutluğ Ataman'ın seyircinin sabrını test ettiği o an. Öykünün böyle biteceğini acaba filmi izleyen kaç kişi tahmin edebilmiştir. Çok zor! Filmin son sekansında, Baki Davrak tam anlamıyla döktürüyor. Zaten film boyunca tüm karakterler çok iyiydi. Karakterler o kadar yaşayarak oynamışlar ki; her şey çok gerçekçiydi. Öyle ki; annenin oğluna attığı tokatın bile gerçek olmasını istemiş yönetmen. Kamera hilesi yok. Az sonra o tokat surata, öyle bir çarpacak ki; izlerken siz bile irikileceksiniz.

Kutluğ Ataman'ın bu filmi birkaç ufak tefek topallamaya karşı hedefine gayet iyi ulaşıyor. Güzel film ve de ağır kült...

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Henry Fool (1997)


Uzun süre salladığımız blogumuza tekrar geri dönelim. Son iki post albüm eleştirisi formatındaydı. "Pause Tuşu"nun ana formatı; capturing ile devam edelim...

Amerikalı ünlü bağımsız film yönetmeni; Hal Hartley'in efsane olmuş filmlerinden yalnızca biri. Henry Fool tam bir kaybedenler hikayesi anlatıyor. Ve sizi istediğiniz yere ulaştırabilecek gerçek başarının, kendi içinizde olduğunu üstüne basa basa anlatıyor. Tam anlamıyla didaktik bir film. Ama didaktizmi gözünüze sokmadan. Tatlı tatlı yapıyor bunu.

Film, tüm bunları anlatırken seyirciye o kadar yükleniyor ki; hava alanındaki pistteki bu son sahnede olanlar oluyor. Sahi nereye koşuyor bu adam. Uçağa mı gidiyor, yoksa başka bir yere mi????

19 Ağustos 2010 Perşembe

Yahşi Batı (2010)


Cem Yılmaz'ın, belki de en özenerek yaptığı film.

Osmanlı padişahının hediyesini, amerikan başkanına iletmek için amerika yollarına düşen iki osmanlı ajanının hikayesi"ni anlatan bu filme; gerek öykü tasarımı, gerek kurduğu enfes set ile saygı duymak gerekir. Herşeyden önce. Film hedefine ulaşana kadar çeşitli parodilerle ilerliyor. "GORA" genel olarak bu mantığın üzerine kuruluydu mesela. Ama orada çok ağır bir tuvalet mizahı mevcuttu. Tam da türk halkının sevdiği gibi. Buradan tuvalet mizahını sevmediğim anlaşılmasın. Bu da dünyada kendine sıkı bir kitle oluşturmuş türdür neticede. Ama türk halkı Woody Allen'vari cool espiriler yerine böyle espirileri daha çok seviyor. Zaten bu minvalde çekilen "Kutsal Damacana", "Recep İvedik" gibi seriler; gişelerde, Türkiye'de yokluk günlerindeki ekmek yağ kuyruğuna benzer kuyruklar oluşturdu. Neticede yapımcılar da paranın peşinde. Bu espiri stili üzerinden ürünler veren ekipleri desteklemeye devam ediyorlar haklı olarak. İşte Cem Yılmaz bu mizahı kullanmak istemiyor zannediyorsam. Ama Yahşi Batı büyük bir prodüksiyon olduğu için tuvalet mizahından kısmi örnekler gördük yine

"Adamı vur dedik, sen kendine vurduracaksın!" gibi...

Komik mi? Elbette komik. Ama orada wanted defteri açıldığında altta büyük puntolarla "Brokeback" yazması ve akabinde gelen adamın gay çıkması. daha ince bir mizahın ürünü. Ama oradaki espiriyi sündürmemek gerekiyor işte. İşte bunun temelinde bazılarının da bahsettiği gibi "altyapı" var. Bana göre ipince bir mizahın ürünü; Solondz'un "Happiness" filmine şu ülkede kaç kişiye komik diye izletebilirsiniz. İstanbul Film Festivalinde izlediğimde kahkaha desibelinden kulağa 3 kademeli kulak tıkacı bile takmamız gerekebilirdi. İşte bu algı düzeyi ve altyapıdan dolayı senaristler ve yönetmenler biraz zorlanıyor. Zorlanmak istemeyen Recep İvedik serisindeki gibi, Borat'taki gibi tuvalet mizahını kullanıp, kendini garanti altına alıyor.

Az önceki paragraftaki gibi mesela "KFC" logosundaki amca espirisi, bırak o adam silahını sıksın ve kadrajdan çıksın değil mi. Yine aynı şekilde "tabelada var ya hani" diye göndermenin üstü parlak gazlı kalemle çiziliyor. Cem Yılmaz'ın bu konuda biraz kafası karışmış anlaşılan. Ama karışması da hiç anormal değil.

Evet espiriler kahkaha attırmıyor. Ama eğleniyorsunuz. Film asıl gayesini ziyadesiyle yerine getiriyor. Öyküsü, karakterleri, oyunculuğu, dekoru, kostumu herşeyi çok iyi, çok özenilmiş. Filmi izlerken bu adamlara saygı duydum. Eğer "Kutsal Damacana 2", "Amerikalılar Karadeniz'de 2" gibi filmler izlemek istemiyorsak; böyle filmleri eleştirirken; dozajı iyi ayarlamamız yine bizim menfaatimize olacaktır.

Yahşi Batı'nın, DVD'de kendine çok ciddi bir fan kitlesi oluşturacağı inancındayım...

15 Ağustos 2010 Pazar

Moral Bozukluğu ve 31 (2009)


3 Yönetmenin birlikte kotardığı bu çalışma indie sinemanın son dönem yükselen değerlerinden biri. Fakat ciddi handikapları var...

"Bu filmi ilk istanbul film festivalinde duymuştum. sonra bir ekşisözlük zirvesinde bir hatun arkadaşımız bu filmin mastürbatif adını kullanarak bir espiri yaptı. bayaa da gülmüştük. işte ancak geçen gün izleyebildim.

en son söyleyeceğimi ilk söyleyeyim: güzel film...

bir kere filmin bir meselesi var. anlatmak istediği bir mevzu var. ve onu kör-topal da olsa sonuna kadar anlatıyor. olay 31 filan değil. 31 olayın somutlaştırılmış şekli. film gayet net şekilde; türkiye'deki kadın-erkek ilişkilerinden bahsediyor. kadın ve erkeğin birbirine bu kadar yakın gibi olduğu ortamlarda bile, onların aslında birbirine ne kadar uzak olduklarını gösteriyor. böyle bir ortamda birey kendine kız arkadaş edinmek için bile zorlanırken, cinselliğini yaşamak için "o bahsettikleri özgür seks için" partner nasıl bulacak. çoook zor!

olaylar sonuna kadar gerçektir. benim üniversite okuyup, 6-7 sene hiç bir kızla ilişkisi olmayan arkadaşlarım oldu. hem de çoook. biz kadınlar ve erkekler olarak daha oturup bir platformda, oturup konuşamıyoruz ki!

duraktaki kıza günaydın diyemiyoruz. sınıftaki kız arkadaşlarımıza merhaba diyemiyoruz. merhaba desek, "gel kantinde sohbet edelim" diyemiyoruz. uzağız birbirimize çok uzak. bu durumda herkes kendini bir şekilde tatmin ediyor. eksiklerini, ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyor işte.

tabi bu toplumun sosyo-bilmemnesel yapısından ileri geliyor. yani sizinle konuşan, sohbet eden tanımadığınız bir kızı, siz belki değil ama "çevrenizdeki erkeklerin %80"i 'farklı gözle' görürse; kızların-kadınların böyle davranması da çok normal.

yıllar önce otobüste batıkente gidiyorduk. bir arkadaşımla. ayağımda özel getirttiğim, yeşil-süet adidas gazelle ayakkabılarım vardı. otobüs neredeyse boş olmasına rağmen, kızın biri yanıma oturdu. ayakkabıdan sohbet açıldı ve çok uzun süre konuştuk. sonrası önemli değil...

işte filmdeki karakterler bu kızları arıyorlar. onların, benim, senin aradını. ama bulamıyorlar. belki anlaşamayacaksınız. 'hadi eyv' diyip, işinize bakacaksınız. belki de başka. ama karşı cinsin birbirine bu kadar uzak olduğu bir ülkede, bir taraftan bir öykü yazılacaksa; bence bu öykü tam olmuş. meselenin çevresinde tilki gibi gezmiyor bu film. ahkam kesmiyor. bayağı bayağı meselenin kendisinden bahsediyor. doğru da yapıyor.

anlatım dili o kadar bizden. küfürler bizden. birbirlerine yaptıkları şerrrefsizlikler bile bizden: yeri geliyor bir hatun için dostluklarına zarar veriyorlar. birbirlerini kırmaya başlıyorlar. yok mu böyle arkadaşınız. nedeni başından beri anlattığım o sosyo-bilmemnesel olaylardan kaynaklanıyor. bu bağlamda yapılmış en ilginç film.

başroldeki iki kafadar, karakterlerle adeta bütünleşmişler. özellikle şişman eleman enikonu döktürmüş. meditasyon sahnesindeki raggası muhteşemdi:)

yalnız film son bölümde adeta harakiri yapıyor. yönetmenin heyecanı mı, amatörlük mü bilmiyorum. öyle böyle bir harakiri değil:

filmde, yönetmenin 'niçin bu filmi yaptığını anlatan' bir sahne var. ne bileyim eskilerin meşhur dergisindeki gibi, roll'daki gibi bir röportajda anlatacağı şeyi filmin içine sokmuş yönetmen. işte bir sahne 15 saatte çekilmiş de...fasaryayı filme sokmuş. yönetmene bu eleştiriyi, sadece bu gereksiz sahneyi filme eklediği için getirmiyorum. bu sahne filmi resmen bitirmiş. tüm manifestosunu, tüm meselesini bir sahneyle silip atmışlar resmen! başından beri anlattığım, filmin de çok güzel bir şekilde anlattığı şey bir sahneyle gitmiş, yerine "15 saatte tek sahne çektiler, biz film çekeriz yahu" diyen, meselesini buna indirgeyen, bu kadar ucuz bir hale getiren bu sahne filmi resmen bitirmiş. acaba yönetmeni, oyuncusu, izleyeni bunun farkında mı. çok merak ediyorum??

ben bu sahneyi filmden çıkardım. izleyicinin kurgusu versiyonunu yaptım. kafamda. bu biçim itibariyle kendini ciddiye almayan bu film; ele aldığı temel mevzu itibariyle ilginç ve orijinal. o yüzden izlerken keyif aldım. ama o sahneyi yeni kurguda silip atarlarsa, hiç fena olmaz:)"

 

Videoda, fatboy ege, ragga performansıyla, neye ihtiyacı olduğunu gerçekten muazzam bir biçimde anlatıyor:)