15 Aralık 2008 Pazartesi

Citizen Kane (1941)

Yurttaş Kane'in bir başyapıt olduğu konusunda tüm eleştirmenler mutabıktır. Fakat bu filme dair en büyük fikir ayrılığı şu konuda çıkar: "Yurttaş Kane sinema tarihinin en iyi filmidir". İşte böyle fanatikleri, eleştirmenleri etrafında toplayan, çok sıradışı bir filmdir bu...

Birçok kişinin adını bildiği fakat izlemediği bir film Yurttaş Kane. Kuşkusuz "Rosebud" sözcüğü de. Filmin son karesinde "Charles Foster Kane" öldükten sonra, malikanesindeki gereksiz şeylerin yakıldığını görürüz. Adamlar, çöplüğü andıran dev ardiyedeki tüm gereksiz eşyaları kazana atıp yakmaktadırlar. O sırada alevler arasında yanan bir tahtanın ortasında "Rosebud" yazısını görürüz. Filmi izleyip dikkatsizlikten durumu farkedemeyenler için spoiler veriyorum. Hala seyretmek isteyenler varsa alttaki yazıyı okumasın:) 

Filmin ilerleyen kısımlarında Kane ailesini tanımaya başlarız. Bu sıralarda Charles küçük bir çocuktur ve mutlu-mesut çocukluğun tadını çıkarmaktadır. Güzel bir kış günü arkadaşlarıyla kartopu oynayan, kızağıyla kayan Charles annesinin kararları sonucunda çocukluğuna noktayı koyar. İşte bu karede elinden zorla alınmak istenen "kızağını" vermemek için direnen Charles F. Kane'i görüyoruz. Elbetteki kızak en alasından bir metafor. Bulmacanın anahtar sözcüğünü yani "Rosebud"ı ancak filmin son sahnesinde çözebiliyoruz. Aslında mesele sadece anahtar sözcük değil tabii ki. Filmin o sahnesine kadar yönetmen "Orson Welles" bize en alasından racon kesiyor, lafını hiç sakınmıyor. Hem de bunu bildik şekilde söz ile değil; kadrajlar, çekim teknikleri ve imgelerle yapıyor. Üstelik bu onun ilk filmi. Eklemezsem olmaz; keşke onun değil benim kızağımı alsalardı:) 

12 Aralık 2008 Cuma

Trainspotting (1996)


Renton'ın tuvalette yaşadığı meşhur acid tribi sahnesi. Meşhur demek bile yetersiz aslında. Öyle ki; filmin sadece adını duyanların bile bildiği bir sahnedir bu. Bir insan hayatında bundan daha pis bir tuvalet görebilir mi acaba? Sanmıyorum:)

Bir iş görüşmesi bu kadar keyifli geçebilir mi? Spud (Ewen Bremner) iş görüşmesinde silik olmak istemediği için arkadaşından "ufak" bir yardım alınca "Kezban Paris'te" misali bir değişime uğruyor. Bu kararlılık hali ve aforizma yağmuru karşısında jüri üyeleri aptallaşıyor. Burda olsa kapıyı gösterirler, o ayrı:)

Tommy (Kevin McKidd), kız arkadaşı ile çektiği seks filmini vhs arşivinin arasına koyuyor. Allahaşkına nasıl bir mantıktır bu?? Meraklı arkadaşların ilk karıştırdığı yerler film & müzik arşivleridir bunu herkes bilir. Oraya konulan herşey namahremden çıkmıştır ve topluma açıktır. dvd ve cd arşivciliğine dair en bilinen memorandum budur zaten. Renton da normal bir insanın yaptığını yapıyor, bu yeni prodüksiyonu görüyor ve ödünç alıyor. İşin güzel kısmı bu filmin devamının gelecek olması. Fakat Renton (Ewan McGregor) işleri fena halde bozuyor...

Benim yerime Danny Boyle'un pause'a bastığı bir sahneyi aynen alıyorum. Nasıl bir insan arjantini böyle fırlatır acaba? Az sonra izleyeceğimiz sahne western filmlerindeki "saloon" sahnelerini hatırlatıyor. Boynundaki altın kolye karakter için bir referans noktası olabilir mi acaba?

Trainspotting aforizmalarla dolu bir film. Hem de en afilli olanlarıyla. Bu sahnede Renton alkolün de etkisiyle arızaya bağlıyor ve İskoçya ile ilgili "çok sert" eleştirilerde bulunuyor. Akıllara hemen Aziz Nesin'in meşhur sözü geliyor. Böyle naif bir söz bile burada infial yaratırken, böyle bir filmin Türkiye'de yapıldığını düşünemiyorum. Ee zaten onun için orası Britanya, burası Türkiye değil mi:)

Filmin bitişinde Renton'ın söylediği sözlere dikkat ettiniz mi? Film, Renton'ın aracılığıyla bireye ve hayata dair nefis bir kelam ediyor:

"Ben iyi bir insan değilim. Biliyorum. Fakat iyi insan olmak için çalışacağım!"

Bu film bundan daha etkileyici bitemezdi...

Insomnia (1997)

Herkesin malumu olan filmin orijinalini inceleyelim...Erik Skjoldbjerg bu sahnede sis ile agorafobik bir atmosfer yaratmış. Filmin buz gibi olan havasına büyük ölçüde katkı yapan bu sahnede polis memuru Engström inanılmaz bir "hata" yapıp, arkadaşı Vik'i vuruyor. Seyirciyi şaşkına döndüren bu bölüm hayli başarılı, fakat o sis bulutunun hali nedir öyle! Heterojen, dalga dalga yayılan garip bir sis şekli...İnsan kendini Serdar Ortaç konserinde gibi hissediyor.

Karakterin ruh halini ve karakterini anlamamız için yönetmenin bize hediyesi olan nefis bir sahne. Bu sahnede özellikle dikkat edilmesi gereken şey ise; Engström'ün elindeki beyaz latex eldiven.

Çoğu cinayet filminde; meraklı dedektifler, bir sürü gereksiz ayrıntı ve boş konuşan karakterler ile karşılaşırız. Burada ana amaç; seyircinin kafasını karıştırarak yanlış yollara sapmasını sağlamaktır. Ve işte o filmlerde (genellikle) acayip sıkılırız. Norveç yapımı bu filmde ise bunun tersi bir yönelim mevcut. Öyle bir film ki; hiç kimseden cinayete dair bir ipucu alamıyoruz. Ne yapacağımızı şaşırdığımız anda bir sahne gelip bizi bir ötekine götürüyor. Pause'taki bu kare ise herşeyi tam olarak anlatıyor. Erik Skjoldbjerg baştan beri uygulamaya çalıştığı metodu filmin finaline de taşıyor böylece... 

10 Aralık 2008 Çarşamba

Smoke (1995)

Doksanlı yıllarda Türkiye'de gösterilip kıymeti bilinmeyen filmlerden biri daha...Ünlü yönetmen Wayne Wang'in bu filmi bir tobacco shopta geçen olayları anlatıyor. Film o kadar farklı bir üsluba sahip ki; seyredenler filmde adeta duygu sağanağı yaşıyorlar. Kumandanın pause tuşuna bastığım bu sahne filmin en duygusal anlarından birinin başlangıç anları. Oto tamircisi Cyrus (Forest Whitaker) başına bela olduğu için mecburen işe aldığı yeniyetmeye takma kolunun hikayesini anlatmaya başlıyor. Çoğu kişinin izlemediği bu filme spoil yapmak istemiyorum. Hikayeyi Cyrus'ın anlatması daha iyi. En azından benimkilerle aynı duyguları yaşayacaksınız??? Bu arada soldaki gencin Lost'taki Michael (Harold Perrineau) olduğunu belirtmek isterim.

Bir insanı mutlu etmek için yalan söyleyip, numara yaparmıydınız??? Artık filmin kapanış yazılarının belirmeye başladığı, dikkatlerin minimum seviyeye indiği anlarda insanın yüreğine işleyen bir sahne izliyoruz: Harvey Keitel çoğu filminde alıştığımız gibi yine kötü çocukluk yapıyor. Fakat bu bambaşka, insanı alıp götüren bir kötülük. Keşke herkes Auggie (H. Keitel) gibi kötülükler yapsa...

9 Aralık 2008 Salı

Oldboy (2004)

Bir "Blue Dragon" testi daha. Başarısız evet ama bu sefer ki öyle böyle değil...Canlı ahtapota bile böyle kötü gözlerle bakmamıştı:) Yeri gelmişken; yönetmen ahtapot sahnesinde Min-sik Choi'yi epey zorlamış. Bir türlü istediği görüntüyü alamadığı için sahneyi tekrar tekrar çekmiş. Bu durumda da oyuncu 3-4 defa canlı ahtapot yemek zorunda kalmış. 

Gerçekten çok güzel bir kutu. Oh-Daesu elindeki makas ile kutunun başında kurdelayı kesmek için sabırsızlanıyor. Bu noktada duruma sadece "fazla merak" demek yanlış olur. İçinde bulunduğu durum metazorik. Bu kutuyu açmak zorunda olduğunun farkında. Keşke yapmasa...

Filmde göremeyeceğiniz mangadaki intihar sahnesi. Lee vicdan muhasebesini yaparken...Biraz daha komedi ve aksiyona yakın duran Oldboy'un manga serisinde cinsellik de ziyadesiyle mevcut. Mangada yeralmayan birçok çarpıcı sahne (özellikle sürpriz final) ve drama yakın duran formatıyla film başka bir mecraya kaymış. 

La Cérémonie (1995)

Claude Chabrol'ün meşhur filmi Seremoni'den bir sekans. Sophie (Sandrine Bonnaire) evde tv izlerken bir anda bu görüntüye takılıp kalıyor. "Bak biz burda izlemiyoruz, elin adamı filme bile çekiyor!" demiycem. Evet yapmıycam bunu, rastlantı olmalı??? Başka bir açıklama getiremiyorum çünkü:)

8 Aralık 2008 Pazartesi

Den Brysomme Mannen (2006)

Son İstanbul Film Festivali'nde seyrettiğimiz bir Jens Lien filmi. Daha bilinen adıyla "Bothersome Man/Canı Sıkılan Adam". Film işte bu öpüşme sahnesiyle açılıyor. Adını öpüşme yahut başka bir isimle açıklayamayacağım bir hasret giderme şekli. Karnı uzun süre aç olan bir insanın delicesine yemek yemesi gibi bir durum. Filmin potansiyelini anlamak için ilk referans noktası. Hem de filmin ilk saniyelerinde...

Andreas'ın berbat halde geldiği yerde ona özel bir karşılama bile yapılıyor. Gerçi bir kişi geliyor ve samimiyetsiz bir aktivite olduğu oldukça belli. Adamımız hala şaşkın. Aynı şaşkınlığı sadece o yaşamıyor tabii. Bu noktadan sonra seyirci olarak Andreas ile özdeşleşiyoruz. Artık onun yerinde biz varız...

Mmm şaşırtıcı bir değişim...Andreas'ın yüzü nasıl gülmesin. Süper bir işi ve arkadaşları var. Akşam yemeğinde çıktığı yemekte yanındaki kızı tavlamakla kalmadı bir de evine yerleşti. Bu esnada çapkınlık turlarına devam ediyor. Bu kadar sıkılgan bir adamı bile kendine getiren çeşitli aktiviteler işte...

Meşhur delikte çalışmalar hummalı şekilde sürüyor...Tüm işini gücünü bırakıp fulltime delik kazmaya devam eden Andreas. Merakını giderip orada ne olduğunu öğrenmek istiyor. Açıkçası ben de öğrenmek istiyorum ve bu merak, heyecan ile filmin sonunun nasıl geldiğini anlamıyorum. Jens Lien öyle bir dünya yaratıp bizi içine hapsediyor ki; onun içinden kurtulmak imkansız. Artık izleyici olarak Andreas'ı yaşıyoruz ve onun arzuları, merakları herşeyi bizim oluyor. Bir noktada "tamam kafi" desek de bir noktada devamını hep istiyoruz. Özellikle o delik insanın içindeki doyumsuzluğu betimleyen müthiş bir metafor. Bu sıradışı Norveç filminin sonunda yüzümde beşparmağın izi, karnımda fena bir yumruk acısı hissetmiş gibi bir duygu yaşıyorum. Yumruk yesem daha iyiydi aslında...

Casablanca (1942)



Meşhur Casablanca filmini seyrettiniz mi? Çoğu kişi bu ünlü klasiği seyretmemiştir. Adı en çok bilinen fakat en az izlenen filmler listesinde ilk 5'e girebilecek derecede az izlenen bir film Casablanca. Mesela Yurttaş Kane'de bunlardan biridir.

Film ile özdeşleşmiş ünlü bir replik "play it again sam" üzerinde duralım biraz. Filmi ilk izlediğimde bu cümleyi hiçbir yerde bulamadım. Ciddi bir hayal kırıklığı yaşadım açıkçası. Yani bu kadar ünlü bir söze filmde nasıl rastlayamamıştım acaba? Evet aslında filmde böyle bir replik yok. 

7 Aralık 2008 Pazar

Dead or Alive: Hanzaisha (1999)



Takashi Miike ne tür sinema yaptığı henüz anlaşılamamış, acayip bir yönetmen. Filmlerinden her an herşey beklemek mümkün. Türk sinema seyircisi onu ilk olarak "Oodishon" ile tanıdı genel olarak. Bu film çoğu kişi için acı bir deneyim oldu. Filmi izleyenler bunun nasıl güzel bir acı olduğunu daha iyi anlayacaktır. Yönetmenin sinemasında kemikleşmiş bir hayran kitlesine sahip "Dead or Alive" serisinin ilk filmi. Film hızlı kurguyla başlayıp uzun süre böyle anlamsız görüntülerle kafa karıştırdıktan sonra bir anda bir yakuza filmi şeklinde ilerlemeye başlıyor. Klasik yakuza öyküsü gibi görünsede yine türlü ilginç olaylar, beklenmedik gelişmeler oluyor. Özellikle köpek pornocularının olduğu sahneyi başka bir yönetmenin filminde görebileceğimizi sanmıyorum. ("Gozu"da çorba kepçesinin ne amaçla kullanıldığını hatırlayın??) Sarı saçlı idealist polis şefi ile düşmanı arasındaki meşhur düello sahnesini anlatmak yerine izletmeyi uygun buluyorum...

Crash (1996)


David Cronenberg'in en sıradışı filmlerinden biri. J. G. Ballard'ın romanından uyarlanan bu film insanda iki tür duygu uyandırıyor genellikle: Nefret ve hayranlık. Ciddi ciddi spoiler verilmesi gereken bir film. Pause tuşuna basılmış iki kareyle bu işe el atıcaz. Birileri yapmalıydı çünkü bunu... 

Herşeyden önce şunu söylemek gerekiyor. Romanın yazarı bu kitabı bastırmak için epey uğraşmış. Aynı şekilde Cronenberg de pornocu muamelesi görmüş. Açıkçası film hafiften seks filmi havasında ilerliyor. Dvd kapaklarında auto-eroticism tarzı garip ifadeler yeralıyor. Bu da aslında "Naked Lunch" gibi tam olarak tarif edilemeyecek bir film. Filmin oyuncu kadrosu hayli zengin. Özellikle James Spader'ın varlığı bile benim açımdan önemli. Kaldı ki kendisi böyle erotik filmlerde epey iyi iş çıkarıyor. Sekreter filminde de sado rolünün hakkını ziyadesiyle vermişti. Belli ki meyili var:)  Araçlarla çarpışarak gerçek orgazmı keşfetmeye çalışan bir grup insanın hikayesine James'in de entegre olmasıyla olaylar gelişir. Kaza, çarpışma, hurda araçlarda ilişkiye girmeler...Böyle sapkın bir güruh. James ilk başta talihsiz bir kazayla bu işin içine giriyor ama bir süre sonra o da bu hadiseye dahil oluyor. 

David Cronenberg cinselliği öyle estetik bir biçimde resmediyor ki ihtiras, şehvet duygusu filmin içine işliyor. Filmin bu karesinde James Dean'in Porsche aracıyla ölümünün yeniden canlandırması yapılıyor. Vaughan (Elias Koteas) sanki bir şov sunar gibi gayet keyifli. Birazdan yaşanacaklar tamamen gerçek bir çarpışma sahnesi ve ciddi miktarda seyirci toplanmış durumda. Diğer araçla meydana gelen çarpışma yüzünden ciddi ölçüde zarar gören iki adamı görüyoruz bu sahnede. Çarpışmanın etkisiyle alınan haz, gösterinin başarısı herbiri ayrı bir mutluluk Vaughan için. Filmin başlarındaki bu sahnede James sudan çıkmış balığa dönüyor. Biz de Vaughan ve erkanının sağlam pabuç olmadığını anlıyoruz.

Vaughan'ın hayatta en çok istediği şey yani "oto-orgazm ile ölüm"ünden sonra James de iyice gaza geliyor. "İşte kötü arkadaş seçmenin zararları" diye annesel bir söylem de bulunmak yerine duyarlı izleyici olarak James'i sahipleniyoruz. Bu güzel insanın da aynı güzel duyguları yaşamasını istiyoruz resmen. Türkiye'de yasaklanmayan bu film belki de bir çok insanın cinsel yönelimini etkiledi:) James ile Vaughan aşkı sonucu hurdaya dönen aracın yeni sahibi artık James'tir. Ve o da sevdiği kadın Catherine ile aynı zevki yaşayabilmek, "oto-orgazm ile ölüm" için takibe başlar. Bu kare aslında normal bir takip sahnesi değil. Bu bir cinsel birleşmeyi tasvir ediyor. Filmin sonunda"Belki bir dahaki sefere" demesi de boşa değil. Evet gerçekten hastalıklı bir zekanın ürünü olsa da bu filme hayran olmak için engel değil. Kült statüsüne bileğinin hakkıyla yerleşmiş bir David Cronenberg filmi. Gerçi yönetmenin hangi filmi kült değil ki...

Terminator 2 Judgement Day (1991)

Filmi izlemeyen kaldı mı bilmiyorum. Yine de hatırlatayım. Filmin başında gelecekten iki tane robot geliyor. İlk filmde kötü robotu oynayan Arnold bu filmde ıslah olup, iyilerin tarafına geçiyor. Filmi 1991'de derya sinemasında izlediğimde yanımdaki Sertaç Abi eliyle gözümü kapatmıştı. O yüzden Arnold'u görsem de Robert Patrick'in çıplak olduğu sahneyi kaçırmıştım. Evet o sahnede bu güzide oyuncunun bazı yerleri görünüyor. Neyse bunun detayına inmeyelim:) Gelecekten gelirken elbiselerini yanında getirmeyi unutan Terminator rastgele bir yere dalıyor. Burası gayet salaş bir rock bar. Tüm salaş Amerikan barlarında görmeye alıştığımız bu tablo tönbeki içilen kahveleri aratmıyor. Heryer efil efil sigara dumanı. Bardaki tipler de tam dövmelik. Bu esnada kahramanımız biraz saçmalıyor. "Bana botunu, ayakkabını ver" gibi birşeyler. Türkiye'de böyle birşeyi, hele o vaziyette söylese; vücudundaki kasa, pazuya bakmazlar harbiye ışıklarında bekleyecek duruma getirirler adamı. Evet bu saçma isteğe karşılık puro basıyorlar Arnold'un tam da göğsüne. Yani adamlar kötü ama hak vermemek elde değil. Az bile etmiş adam diye iç geçiriyorum.  Bu eylemden önce yoğun bir puro dumanını Terminator'ün suratına üflüyor adam. Küçükken atari salonundaki abiler küçüklere yaparlardı bunu. Anlamsız bir ezme hareketi, doksanların bu çok klişe, ekol hareketini James Cameron filminde de gördüm ya...O yaşımda yüzüme duman üfleyen tüm abilere, ablalara eyvallah diyorum şimdi. Canınız sağolsun...

Evet bu esnada gözden kaçan bir nokta. Terminator'ün gelecekten gelen çok gelişmiş bir makine olduğunu ıspatlarcasına duman'ın kimyasal analizi yapılıyor. Resmen bir mobil labratuvar ortamı yaratılmış bu sahnede. Ekranda acil durum sembolü kırmızı bir arkaplan, sağ tarafta analiz modu yazısı. Evet saniyenin onda biri gibi bir sürede kimyasal analiz tamamlanıyor ve bu maddenin kanserojen olduğu saptanıyor. Filmdeki absürd anlardan sadece biri...Tabi bu minvalde değerlendirmek yerine "James Cameron mesaj veriyor, sigara sağlığa zararlıdır demek istiyor" diye düşünmek de mümkün. Hatta öyle düşünmek en sağlıklısı, mantıklısı. Pause tuşuna basmadan bu sahneyi yakalamak pek de kolay olmuyor ama??? 

Aaahhh Belinda (1986)

Senaryosuyla şaşırtan ilginç bir Atıf Yılmaz filmi. Özellikle finaldeki dev şampuan şişesinin olduğu sahneyi de hesaba katarsak; maşallah David Lynch filmlerini aratmıyor. En azından Müjde Ar'ı mahallenin göz koyduğu bakire kız rolünde görmekten kurtuluyoruz. "Bir filmde de kötü yolma düşmesin şu güzel insan" diyenlere önerilecek bir film. Aah Belinda Türkiye'deki aile olgusunu eleştirmeye kalkıyor. Bir noktaya kadar doğru şeyler söylese de genel itibariyle aşırı yüzeysel fikirlere sahip. Neyse sonuçta Atıf Yılmaz ve Barış Pirhasan girdikleri deneyden başarıyla çıkmışlar. Filmde dikkat çekeceğim gereksiz bir ayrıntı var. O zamanlar tiyatro camiasının akın ettiği Türvak'ın önemi. Bu filmde de çıkışta Türvak'a gideriz gibi bir söz geçiyor. Türvak kapandıktan sonra mekanın ismi 5. Kat oldu. tiyatrocuların da o güzel mekanla alakası kalmadı tabii.

Filmin 6. dakikasında Müjde Ar ve Yılmaz Zafer cilveşelerek otomobillerine biniyorlar. Pause tuşuna bastığımızda arka camda iki tane misafirle karşılaşıyoruz. Evet bunlar set ekibinden iki tane vatandaş. Soldaki adam topsakalını tıraş edecek derecede net görüntü veriyor. O derece bir açı hatası...